Şık Cildinde Bir Harem Kitabı

Demetra Vaka [Mrs Kenneth Brown], Haremlik, Some Pages from the Life of Turkish Women, Houghton Mifflin Company, Boston and New York, MDCCCCXII [1912]. Çift renk başlık sayfası, [6], 274, [1] s, 19.5 x 13 cm, döneminin sayfalarının üst tarafı altın yaldızlı, sırtı (tümsekli) ve köşeleri deri, kapakları ve yan sayfaları desenli cildinde.
1. baskı Londra’da 1909 yılında basılmıştır. Kitabın Almanca (Harem : Bilder aus dem türkischen Frauenleben [Leipzig, 1912]), Fransızca (Haremlik : quelques pages de la vie des femmes turques [Paris, 1913]) ve Felemenkçe (Harem, schetsen uit het leven van de Turksche vrouw [Amsterdam, 1915]) çevirileri de vardır.
Fransızca baskının tanıtım yazısı: En 1901, apres six ans aux Etats-Unis, la journaliste et ecrivaine Demetra Vaka-Brown regagne Istanbul, sa ville natale, encore nommee Constantinople, avec l’intention d’étudier la condition des femmes ottomanes dans les harems et de verifier si les prejuges des Americains les decrivant comme de malheureuses creatures vivant en esclavage pour les vils desirs des hommes, ont un fondement. Elle va donc se rendre dans plusieurs demeures pour rencontrer des femmes menant encore un mode de vie traditionnel.
Le recit autobiographique Haremlik, quelques pages de la vie des femmes turques, constitue ainsi le temoignage authentique d’une narratrice partagee entre sa fascination de l’Orient et son attirance pour le modernisme. C’est pourquoi, il offre un precieux document sur les interrogations multiples suscitees par une nouvelle definition de la condition des femmes au debut du XXe siecle, aussi bien dans l’Empire ottoman que dans le monde occidental.
Demetra Vaka, “dışarıdan” bir gözle fakat Türklerin bakış açısını yansıttığı bu kitabıyla, Amerikalılara Türkler hakkında daha sahih bilgiler, tahayyüllerini besleyecek daha gerçek bir damar sunma amacını gütmüştür.
1877 yılında Osmanlı Rum’u olarak İstanbul’da dünyaya gelen Demetra Vaka daha sonra Amerika’ya taşınmış orada hem gazetecilik yapmış hem de romancı kimliğini kazanmıştır. Daha sonra, 1901 yılında İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı’nın son dönemine ışık tutacak kitaplar yazmasına vesile olacak olaylara, hikâyelere tanık olmuştur. Demetra Vaka 1904 yılında Amerikalı yazar Kenneth Brown’la evlenmiş ; onun desteğiyle, 1901 yılında İstanbul seyahati esnasında dinlediği, şahit olduğu hikâyeleri Haremlik kitabında yazmaya başlamıştır. Osmanlı üst tabakasının ev içi yaşamını, haremde yaşananları yazdığı Haremlik onun ilk kitabıdır. Vaka pek çok paşanın ve Osmanlı üst tabakasından ailelerin evlerinde konuk olarak yaşamış ; onların hayatlarını yakinen gözlemleme fırsatı yakalamıştır. Osmanlı modernleşmesi açısından bu gözlemleri iyi bir kaynak niteliğinde olan Vaka, aynı zamanda her ne kadar artık sislerin ardında kalan bir nostalji olduğu düşünülse de harem hayatını da yazmış, kadınlarla hem hayatları hem dünya görüşleri hakkında sohbetlerde bulunmuştur.
Vaka, o dönemde bu üst tabakadan hanımların çok iyi -hatta Avrupalı kadınlardan daha iyi- eğitim aldıklarını, birkaç dili çok iyi bilip edebiyatlarına da hâkim olduklarını, pek çok sanatla uğraşıp, aynı zamanda felsefe öğrendiklerini fakat hâlâ kadın ve erkeğin toplumsal konumlarına dair İslami kaygıların da yönlendirmesiyle “Doğulu gibi” düşündüklerini söylemiştir.
Kadınların evlilik ve aşk hayatlarını merak eden ve dinleyen Vaka, iki kuma oldukları hâlde bu durumdan oldukça memnun olup birbirlerini çok seven Nassarah ve Tsakran’ı ; kocasına karşı delice bir sevda duyan ama karşılık bulamadığı için deliren, kocasını terk eden ve hatta bu uğurda çocuklarını bile zaman zaman öldürmeyi düşünen Mihrimah’ı ; Selim Paşa’nın 4. hanımı olduğu hâlde en ufak bir mutsuzluğu olmayan Djimlah’ı ; yine Selim Paşa’nın ilk hanımı olup ikinci evliliğini kaldıramayıp kendisi olmaktan vazgeçen ama kocasının mutlu olması için çabalayan Valide Hanım’ı ; nişanlısını çok sevdiği hâlde ancak onun kendisini sevdiğinden emin olduğu zaman evlenmeyi düşünen, aksi takdirde canına kıymayı planlayan Houlme’yi ; eşi Cemal Paşa başkasıyla bir gönül ilişkisi yaşadığı için onu zehirleyerek öldüren, ardından kendini zehirleyen Chakende Hanım’ı ; güzeller güzeli ama hasta olan Nor Sombehle Hakif Bey’in öldürücü sevdalarını ; Ahmet Ali Paşa ile evli olduğu hâlde İngiliz Edgar’la kaçan, ardından aslında Ahmet Paşa’yı sevdiğini anlayıp ona yalvaran ve tekrar onunla kaçan Rosetta’yı dinleyip haremi labirente benzetmiş ve ne kadar derine inerse o kadar kaybolduğunu söylemiştir. Ne tam bir oryantalist ne de tam bir Osmanlı olan Vaka’nın düşüncelerini, harem tecrübelerini okumak hem son dönem Osmanlı’sının toplumsal hayatını hem de son dönem Osmanlı kadınının düşünce ve duygu dünyasının “Batılı ve aktivist” bir kadının gözüyle görmek açısından iyi bir izlek sunuyor.
Demetra Vaka, imparatorluğun ihtişamını yitirdiği, İstanbul’un işgal kuvvetlerini ağırladığı 1921 yılında eşi ile birlikte Türkler hakkında bir kitap yazabilmek için tekrar İstanbul’a gelmiştir. Karşılaştığı manzara onu önceleri hüzünlendirmiş ve estetik olarak harem imajını yitiren bu şehir onu hayal kırıklığına uğratmıştır. Zira şehre geldiği ilk gün karşılaştığı manzara şöyledir: Gri üniformalar içerisinde yüzleri peçesiz olan hanımlar şehrin sokaklarını süpürüyor ve çöpleri temizliyor… Başka bir sahnede yine yüzü peçesiz olan kadın tavırlarından ailesinden olmayan bir erkekle ayaküstü sohbet ediyor. Reina Lewis, Vaka’nın bu yeni Türkiye manzarası karşısında yaşadığı hüznü, oryantalist bir yaklaşımla Doğu’yu asla değişmeyen bir görüntü içerisine hapsetme isteği olarak yorumlamıştır. Fakat Vaka, Türk kadınının bu yeni hâline çok çabuk alışmış ve hatta bunu eskisinden daha büyüleyici bulmuştur.
Yine yüzü peçesiz genç bir hanımın peşine düştüğünde yolu, tamamı Müslüman hanım tezgâhtarlardan, çalışanlardan oluşan ve üstelik işletmecisi de yine bir Müslüman hanım olan bir mağazaya çıkmıştır. Mağazanın sahibesi hanımla tanışmış ve onun hikâyesini dinlemiştir. Mağaza sahibesi, kocasını kaybeden ve evde oturamadığı için kendini çalışmak zorunda hisseden bir kadındır. Vaka, aynı mağazada çalışan genç kızlarla yaptığı sohbetlerde içlerinden birine, 20 yıl öncesinden farklı olarak artık özgür olduklarını söylediğinde genç kız, her gün sabahtan akşama kadar o mağazada çalışmanın özgürlük değil aksine kölelik olduğunu, asıl özgürlüğün, eski günlerdeki gibi canı ne isterse yapan, neyi isterse ona sahip olan kadınların hayatında var olduğunu söylemiştir.
Başına gelen musibetlere karşı kendi özünü keşfetmiş kadınlar ; işgal kuvvetlerine duyduğu intikam hırsını güzelliğini kullanarak dindiren Azize Hanım ; bir Amerikan şirketinde büro işlerine bakan aynı zamanda bir okulun müdiresi olan genç bir hanım… İstanbul’un Peçesiz Kadınları kitabının kahramanı olan bu kadınlar, Haremlik kitabının kahramanı kadınlardan çok farklı hikâyeler anlatmışlar ve bu hikayeler, Vaka’nın Türk kadınına olan hayretini bir kez daha artırmıştır.
Vaka, tramvayda, tiyatroda, davetlerde karşılaştığı, onu Haremlik kitabında olduğu gibi gizemli oluşlarıyla değil, tavırlarıyla cezbeden hanımların dostluğunu kazanmış ve hikâyelerini dinleme fırsatı yakalamış bu hanımların hepsinin iyi derecede en az bir yabancı dil bildiklerini, bazılarının eğitimlerini yurt dışında tamamladıklarını ya da en azından Batılı bir eğitim aldıklarını öğrenmiştir. Tanıştığı tüm kadınların hemen hepsinin kendi ayakları üzerinde duran, Haremlik kitabının kahramanlarının aksine hikâyeleri bir erkeğin hikâyesinden bağımsız gelişen, idealleri olan, iyi eğitimli kadınlar olması ve o dönem Vaka’nın tesadüf ettiği hanımların hemen hemen benzer profillerde oluşu, İstanbul sokaklarında serbestçe dolaşan hanımların yalnızca bu profilde hanımlar olduğunu akla getiriyor.
Vaka, yalnızca iki yıl sonra “özgürce şapka giymek için” Amerika’ya kaçan Selma Ekrem Hanım’ın veya beş yıl sonra “özgürce yaşamak için” Fransa’ya kaçan ve sonrasında özgürlüğünü bir manastırın duvarlarına zincirleyen İsmet Fahri Topuz’un anlattığı ve çizdiğinden çok daha farklı bir yeni Türkiye anlatısı sunmuştur.
Üstelik Melek ve Zeynep Hanımların veya Selma ve İsmet Hanımların yaptığının aksine, her daim doğduğu topraklara dönen ; doğduğu toprakların insanlarını yaşadığı toprakların insanlarına ; ezilmiş, kapatılmış, bezdirilmiş “Doğulu” kadın yerine eğitimli, yabancı dil bilen, ayakları üzerinde duran bir “Doğulu” kadın profilini “dışarıdan” bir gözle “içeriden” bir hikâye anlatarak sunuyor.
Note: the contents of this book are not fictitious, unusual as parts of it may appear to Western readers. There has been some reaaranging of facts, to make for compactness – incidernts of several days have sometimes been told as of one. Substantially, however, everything is true as told.