Ünlü Ortadoğu Seyahatnamesi

Gérard de Nerval, Voyage en Orient, Charpentier, ‎Paris, 1869 (7. Baskı “revue, corrigée et augmentée”). 2 cilt: lxxxiii, [85-] 384 ; 387 s, 18.5 x 12 cm, birer ex-libris etiketi, orijinal kağıt kapakları ciltlerin içinde muhafaza edilmiştir, döneminin sırtları tümsekli deri kapakları ve yan sayfaları ebrulu ciltlerinde.
Gérard de Nerval (1808-1855) Romantizmin en güçlü temsilcisi olan Fransız şair, yazar ve gezgindir. Kitabın Türkiye bölümü 2. ciltte s 149-364 arasındadır.
1842 sonunda, bu hevesle, her zaman düşlerini kurduğu Doğu yolculuğuna çıktı. Seyahatte yalnız değildi : Ejiptolog olduğu söylenen, tanınmamış bır kişi, Joseph de Fonfrède, yol arkadaşlığı ediyordu. Yanlarına bir hayli malzeme almışlardı : Çarşaflar, mutfak ve sofra levazımatı, gümüş takımı, o zamanlar yeni çıkmış bir icat olan fotoğraf makineleri ve filmleri. Yalnız bu sonuncuların küçük bir kusuru yolculukta kendini gösterdi : Mısır'ın azgın sıcağına dayanamayıp bozuluyorlardı. Onun için peyzajları kâğıda geçirmek ve ölümsüzleştirmek, gene Gérard'ın kalemine kaldı.

23 Aralık 1842'de Paris'ten ayrıldılar. Lyon üstünden 28 Aralık'ta Marsilya'ya geldiler. 1 Ocak'ta Menton vapuruyla Malta'ya yola çıktılar. Tekne devlet malıydı ve Nerval sadece yemek ücretini ödeyerek seyahat ediyordu. Malta ve Yunan Adaları üzerinden Kahire'ye gelindi.

Bu itinerere bakılınca, kitabı Voyage en Orient ile bir uyuşmazlık ortaya çıkar. Çünkü eser Viyana ve Dalmaçya yolundan başlamaktadır. Bunda şairimizin açık gönüllü bir tutumla hareket ettiği, ve hani, isteyenin bu yolla da gidebileceğini söylemek istediği anlaşılıyor. Bu arada yazarlık cilveleri de yapmış kendisinin görmemiş olduğu Adriyatik gibi yerleri de yazıp çizdiği olmuştur. Yine birçok bölümleri, özellikle Mısır'a ve Dürzîler'e ait bazı parçaları, bunlar üstüne yazılan bilimsel eserlerden aktarmıştı. Böylece bu «Doğuya yolculuk» eseri, gerçek ve plânda sahiden gördüğü, düşlerini kurduğu ve görmeden etüd ettiği yerlere ait yazıların bir mozayiği oluyor.

Kahire'den babasına gönderdiği mektuplardan, önce bir Fransız oteline indikleri, sonra yemeklerini kendileri pişirebilmek üzere bir ev tuttukları görülüyor. Mansur isimli bir Memlûk onlara et, ördek, güvercin, makarna ve sebzeleri karıştırarak mancalar pişiriyor, onlar da sırtlarında tarbuşları, altlarında eşekleri, Kahire'nin buğulu, renkli, yalelli sokaklarına ve pazarlarna düşüyorlardı. Epey bir zaman içinde şehri köşesi bucağıyla tanımış, ama piramitlere gitmeye uzun süre ayağı varmamıştı. «Ölü kentlerin artıklarını görmekten çok, yaşayan şehirlerin insanları beni daha çok çekiyor.» diyordu. Bu eğilimiyle, modern turistlere daha çok yaklaşır, Nerval. Çünkü bugün de İtalya'nın Pompei'sine, bizim Efes'e filân meraklı entelektüel bir miktar turistin yanında, dünyada büyük çoğunluk, yılda bir dinlenip eğlenmeğe, çevresinden çıkmaya ve değişik hayat yaşamaya bakar. Nerval ve Gautier gibi bohem yazarlar, işte bu gelişimin geçen yüzyıldaki öncüleridir. Az ilim, çok keyif!

Bunun yanında Gérard, okumuyor değildi. Kahire'deki Société Egyptienne'de Doğu'ya ait sayısız antik ve yeni eserler bulmuş, bir kısmını gözden geçirmişti. Nitekim kitabının bazı bölümlerini bunlardan aktardığını yazmıştır.

İki kafadar galiba Mısır'ın tadını iyi çıkarmışlar, hem de bugün bulunmayan bazı hususlarla : Genç bir Hintli kadın esir satın almışlardı. O tarihte Doğu'da bu bakımlardan hiç sıkıntı yoktu İstediğini biraz altın sayıp satın alabiliyor, bıkınca satabiliyordun. Daha ucuza çıkarabilmek istersen, biriyle geçici olarak evleniyordun. Tarih, bu ve buna benzer ilişkilerle doludur ve geçmiş çağlar boyunca insanlığın hayvan topluluklarından ancak bırkaç parmak yukarıda bir düzey gösterdiğine de bir kuşku yoktur ya, bu rezaleti hayvanlardan üstün tutmak kimin aklıdır, onu bilmem.

Gérard ve arkadaşları, Lübnan, Kıbrıs, Rodos ve İzmir üstünden İstanbul'a geldiler. Burada Paris'ten gençlik ve bohem yılları arkadası ressam Camille Rogier'yi buldu. Rogier, edindiği Ermeni dostlarının Boğaziçi'ndeki boş yalısında oturuyordu. Nerval, sevahatnamesinde bunların adını vermiyor. Fakat o zaman Le National gazetesine yazdığı makalelerde kim olduklarını açıklamış: Düzoğlu ailesi. Fransız araştırmacı Jean Richer bunların, saray kuyumcusu Düzoğlu ailesi olduğunu, bu zengin Ermeni ailesinin vazlık evinin de Kuruçeşme'de bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Yalıda zengin bir kütüphane de varmış.

Nerval önce Beyoğlu'nda bir eve yerleşti, sonra arkadaşı Fonfrède Paris'e dönmek zorunda kalınca, Yıldız Hanına geçti. Ramazan'da burdaydı. Sık sık Beyoğlu tarafına geçiyor, Paris gazetelerini alıyor, Beyoğlu çevreleriyle temas ediyordu. İstanbul'a ait yazdıkları, şiir gibi, kristal gibi pırıl pırıl şeylerdir. Okuyucu onun bakınca öbür tarafı görülebilecek kadar saydam olan Fransızca'sını, bu İstanbul gezgininin öbürlerinden ne kadar değişik, zengin ve ince bir ruha sahip olduğunu görür.

İstanbul tarafında Nerval'in İstanbul'a gelişi, bir Ramazan'a rastlamıştı. Eski İstanbul'da iftar ve sahur saatleri, renk, sanat ve zevk dolu birer tablo oluyorlardı. «Minarelerin balkonlarının ve kandillerinin semada birer pirlanta alyans gibi parladığı saatlerde», herkes geceyi sokaklarda geçiriyor, bütün dükkânlar defne dallarıyla, portakal ve liman fıçılarıyla donanıyor, bunların içlerinde kristal camlı fenerler, renkli deri ve kâğıtlardan lambalar pırıldıyor, havaya maytaplar atılıyor, hepsinin üstünde sarı gülkurusundan bir ay ışığı, herkesi, dükkânları, tat hiari, meyveleri kendi rengine boyuyordu. Artık «bir gece değil bırer mavi gündüz olan» bu saatlerde, Gérard, ömrü boyunca gerçekten, reelden kaçan ve descente aux enfers'i arayan ruhuna bin renkli bir sığınak bulmuş oluyor, bir anlama, şehirden kaçıp bir tiyatro sahnesinde yaşamış oluyordu. Sabah olup yükselen güneşle aydınlanan İstanbul, ona bunun için güzel gelmiyordu. Kitabının İstanbul bölümü çok geniş değildir ve gezginlerin eserleri kadar belgesel bir kaynak olmaz. Fakat 19. yüzyılın İstanbul sokaklarını, çağın en ince bir şairinden okumak. çarşıyı pazarı, günlük yaşamı kendisiyle gezmek, onunla beraber bir gece, fener alayı içinde Beyazıttan Bab-ı Humâyuna gelmek, o mahşerî ve bin renkli kalabalığın içinde yitip gitmek, tadına doyulmaz bir garip zevk oluyor.

Gérard, İstanbul üstüne, kendisinin dediği gibi, az şey yazmış, fakat bu yazdıklarını gözleriyle görmüş ve bizzat yaşamıştı. Dönüşü Korfu ve Adriyatik yoluyla yapmak istedi. Fakat ekonomi ihtiyacıyla yine bir devlet gemisine, Eurotas'a bindi ; Malta üzerinden döndü. Napoli, Pompei ve Herculaneum'u ziyaret etti. 5 Aralık'ta Marsilya'da, Aralık sonunda Paris'te idi. Doğu gezisi tam bir yıl sürdü. Ama kitabın yazılması tam yedi yıl aldı! Gérard'ın acelesi yoktu. Notlarını, makaleler halinde değişik yerlerde yayınlamaya başladı. 1844-1845'de Artiste'de Yunanistan izlenimleri çıktı. Kahire'nin Kadınları, Maronî'ler, Dürzîler makaleleri, La Revue deux Mondes'da 1846-1847'de yayınlandı. 1848' de «Doğu Hayatından Sahneler Kahire'nin Kadınları» kitap haline getirildi. Satmadığı için, editör diziye devam etmedi. 1849'da La Silhouette dergisinde, Kahire Yazıları, 1850'de Le National'de, Türkiye izlenimleri «Bir Ramazan Gecesi» başlığı ile yayınlanmağa başladı. Ilgi uyandırdığında Souveraine, Doğu Hayatından Sahneler'in ikinci cildini bastı: Lübnan'ın Kadınları. Ocak 1851'de ise (seyahatten yedi yıl sonra) yayımcı Carpentier ile mukaveleyi imzaladı. Eserin adı belli olmuştu : Voyage en Orient. (Doğu'ya Yolculuk). Eserde iki uzun hikâye de yer alıyordu: Calife Hakem ve Süleyman'la Saba Melikesi Belkis. Bu düzyazı ve şiir karışımlarının birincisinde şairimiz, hashaşa düşkün olduğu için deli sayılan ve Moristan'da oturmaya zorunlu tutulan bir filozofun yaşamını ve duygu dünyasını yazar. Bu kişi aklından kuşku duyulan ve haksız yere Dr. Blanche'in kliniğine yetırılan kendisine benzemektedir. Masonik temelli öbür hikâyeye gelince, pek ilgi duyduğu bu doğu efsanesi için ilk gençlik ve bohem yıllarında pek çok kitap okumuştu.

Böylece bu Doğu Yolculuğu eseri, Doğu'da yaptığı gezintileri kadar, Doğu'nun efsaneli ve duygulu dünyasına tutkun olan kendi ruhunun içerlerine yaptığı yolculukları da toplamış ve aydinlığa çıkarmış oluyordu. Onun için eseri, «ésoterique» bir yapı oldu. Anlattığı peyzajların arkasında hep bir amaç, bir anlam, bir felsefe yatar. Ondan dolayı da Doğu Yolculuğu, doğu yaşamının bir hiyegrolif yazısı, bir şifresi gibi okunmalıdır.

Modern kritiklerden kimileri de, bu kitabı, düşün ve gerçečin diyalektiği üzerine kurulmuş bir sanat eseri sayıyorlar.

Kişiliğinde bir dönüm noktası olmuştu, bu seyahat. Burada tanıdığı ve içine girdiği doğu mistisizmi, aşktaki hayal kırıklıklarina ve ilk delilik krizlerine eklenince, eski yüzeysel bohem şairden, bulvar tiyatrosu ve gazete yazarından, gelecek çağlar edebiyatına ışık tutan bir olağanüstü şair doğdu.

Doğu’da Seyahat’in ilk bölümünü oluşturan Avrupa izlenimleri, onun gezi mantığını ortaya koyması adına önem taşır. Bu bölümde yazarın Cenevre, Lozan, Bern, Zürih, Constance, Münih ve Viyana’yı dolaştığına tanık oluruz. Doğu’nun gizemli dünyasına Mısır’la girer ; Lübnan ve İstanbul’a yapılan gezilerle sonlandırır. Eserin özünü oluşturan ana bölüm, Kahire’deki izlenimler üzerine kurulur. İstanbul, yazar üzerinde etkili olur, yazarın Doğu hakkındaki önyargıları değişmeye başlar.
Gérard de Nerval, Tanzimat dönemiyle Batılılaşma sürecini yaşayan Türkiye’nin ilginç yanlarını dikkatlere sunar ; Türk sanat ve eğitiminin Batı’ya öykünerek yozlaşmasını bir kusur olarak belirtir.
Nerval, Beyrut-İstanbul yolculuğundan bahsederken, İzmir’de on gün karantinaya alındığını, sonra İzmir caddelerinde dolaştığını, Bornova’nın güzelliğini göremediğine üzüldüğünü ve İzmir’in bir Avrupa Şehri olduğunu belirtir.
Nerval, İstanbul’u dünyanın en güzel yeri olarak görür. Mısır’dan İstanbul’a geldiğinde, Müslüman bir Avrupa toprağında kendisini huzurlu hissettiğini ve vatanını hatırlatan özellikler olduğunu ifade eder. İstanbul’da gördüklerine şaşar: “İstanbul tuhaf bir şehir! İhtişam ve sefalet, gözyaşı ve sevinç, her yerdekinden daha sıkı bir idare ve yine her yerdekinden daha fazla bir hürriyet!” dedikten sonra, Türklerin, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerle iç içe saygı ve birlikte yaşadıklarını görünce, bu tahammül ve müsamahayı kendilerinde göremediklerini belirtir.
Galata’nın sur kapısından geçtikten sonra, yol boyunca sıralanan kahvehanelerin masalarında Rum ve Ermeni gazeteleri gördüğünü, İstanbul’da bu dillerde beş-altı gazetenin çıkmakta olduğunu, bunların yanında Mora’dan gelen Yunan gazeteleri ile Rum diliyle yazılmış Sırp ve Ulah gazetesinin de bulunduğunu kaydeder.
Nerval, Abdülmecid döneminde İstanbul’u gezerken, camilerle kiliselerin ibadete açık oluşundan söz eder ve Sultanın sınırlı yetkilere sahip oluşuna hayret eder. Onun her Cuma camilerin birine giderek halkın arasına karıştığını ve namaz kıldığını öğrenir. Nerval’e padişahın yasal yoldan evlenme, yabancı bir kadınla evlenme, dört kadınla evlenme haklarından mahrum olduğu anlatılır. Nerval, dinlediklerinden, yaşadıklarından hareketle, İstanbul’da bütün dinlere karşı büyük müsamaha olduğu kanaatine varır ve bu fikrini belirtir. İstanbul’u muhteşem ve mütebessim bulur.
Nerval, Türklerde dinî inancın çok kuvvetli olduğunu, bu yüzden İstanbul’un bütün güzel yerlerinin mezarlıklara tahsis edildiğini ifade eder. İstanbul (Beyoğlu)’daki kahvehaneleri, halkın buluşma yeri olarak görür, bu kahveleri Fransa’nın Champs-Elysée’deki kafe-şantan’larına benzetir. Türk kadınlarının zarif ve modaya uygun giyinen şık ve güzel hanımlar olduğunu vurgular. Londra ve Paris’te olduğu gibi, İstanbul gecelerinde de insanların hür olduğunu müşahade eder. Nerval’a arkadaşlık eden bir Rus, Katerina’nın İstanbul’u görmek ve feth etmek arzusunda olduğunu, Yunanistan’a bir ordu göndermenin ve Kırım Harbi’nin sebebinin de bu olduğunu aktarır. Nerval’in ihtiyar arkadaşı, eski İstanbul’u anlatırken, “Şimdi Avrupaî tarzda inşa edilen evlerde o zaman tamamen Şark zevki hâkimdi. Örf ve âdetler, sosyal konular sıkı idi. Yasak aşk, gizli sevişme pek güçtü, fakat bu güçlük onun cazibesini arttırıyordu…” der ve eski İstanbul’un daha güzel ve muhteşem olduğunu belirtir. Nerval, karışık insanlardan oluşan toplulukların dışında, bir kadının yüzünü görmenin mümkün olmadığını anlatır.
“İstanbul dağlık tepelik bir şehirdir ve insan sanatı ve tabiata tashih için burada pek az şey göstermiştir”. Nerval, Kapalı Çarşı ile birleşen ana caddeyi hayranlıkla tasvir eder: “Bu cadde, bilhassa geceleri çok güzeldir. Etrafında harikulâde güzel bahçeler, yalsız kafesli mermer sokaklar, alaca karanlıkta çok daha güzel görünen ve göklere yükselen minareler, sayısız revaklar vardır. Altın yaldızlı yazılar, lâke boyalı resimler, renk renk parmaklıklar, cilâlı mermeden yapılmış binalar, rengârenk süsler çoktur”.